Sevgili Din Kardeşlerim


    İslam Dîni yalnız Araplarla veya Orta Doğu ülkeleri ile sınırlı değildir ve sınırlı kalmayacaktır. Alemlere rahmet olarak gönderilen ve Allahu teâlâ'nın son peygamberi olan Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların peygamberidir. İnananlara, "Ümmet-i İcabet" ve inkarcılara, "Ümmet-i Davet" denir.

    Hazret-i Muhammed (aleyhi ve alâ âlihi's-salâtu ve's-selâm) tebliğ görevine dünyanın kalbi ve müslümanların kıblesi olan "Kâbe" şehri Mekke'de başladı.

    Ne yazık ki, taşlara tapınacak kadar aşağılaşan ve sapık rejimlerine din gibi bağlı olan Mekke müşrikleri, bu ilâhî nimetin ve ilâhî lutfun değerini anlayamadılar.

    Dinsiz ve düzensiz yaşamla içki, kumar ve fuhuş üçgeninde bunalan ve doğal insanlık fıtratını kaybedip canavarlaşan müşrikler, müslümanlara karşı topyekün bir saldırı başlattılar. Baskı, zulüm, işkence ve her türlü zorbalıklarla Allah'ın Dîni'ni engellemeye ve müslümanları sindirmeye çalıştılar.

    Sayısal açıdan çok az olan müslümanlar, bu ağır baskılar karşısında doğal olarak yeraltı faaliyetlerine yöneldiler. Kur'an'ı gizlice öğreniyor ve İslam'ı yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı.

    İlâhî iradenin ve ilâhî hikmetin gereği böyle idi. Çünkü baskıdan tepki doğar ve gizlilikte gerçek ihlas ve samimiyet olur. İslam'ın temel taşları olacak olan sahabelerin tam ihlaslı ve samimi olabilmeleri ve baskılara karşı tepkili ve duyarlı olmaları için, bu şartlar altında yetişmeleri gerekti.

    Ancak doğal olarak bu baskı devam etmeyecek ve her gecenin bir sabahı olacaktı. Yüce Allah onlara müjde ayetini gönderdi: " (müşrikler) ağızları ile Allah'ın nûrunu söndürmeye yeltenirler. Kâfirler istemeseler de Allah nûrunu (dînini) tamamIayacaktır." (Saf, 8)

    Allahu azıymuşşan va'd ediyordu. Mekke'deki bir avuç müslümanla bu din tamamlanacaktı. İslam bütün dünyaya yayılacak, varlığını, hakimiyetini kabul ettirecek ve İslam küreselleşecekti. O günkü şartlar altında akıl ve mantığı zorlayan ve hayal duygusunun ötesinde bir müjde idi. Ama kesin ve gerçekti.

    Çünkü Allah bildiriyor ve va'd ediyordu. Mekke müşrikleri ilâhî nûra lâyık değillerdi. Hidayet istemiyorlardı. Allah kâfirlere zorla hidayet etmez. Âdetullah böyIedir. Ama Din tamamlanacak ve kıyamete kadar bakî kalacak.

    İlâhî irade sınır ve engel tanımaz. Bereketli yağmur bulutIarını dilediği yerlere yönlendirip, rahmetini bol bol saçtığı gibi ilâhî nûrunu da Medine'ye yöneltti ve müslümanları orada topladı.

    Medineliler ilâhî nûra sahip çıktılar. Hazret-i Muhammed'i ruhsal heyecan ve çoşkuyla karşıladılar. Kısa zamanda İslamla bütünleşip, birlik ve kardeşlik havası içinde huzur ve refaha kavuştular.

    Ancak, Mekke müşrikleri rahat duramıyordu. Ebu Cehil'in komutasındaki ilk müşrik ordusu Bedir'de bozguna uğrayınca, ertesi yıl üç katı bir ordu ile Uhud'a kadar gelerek müslümanlara saldırdılar. Hazret-i Hamza (raduyallahu anh) başta olmak üzere 70 sahabeyi şehid ettiler.

    Sonra Mekke'ye hakim olan küçük azınlık savaşı unuttu ve safahat alemine daldı. İçki alemleri düzenliyor ve yarı çıpIak genç cariyelere şarkı söyletip, eğleniyorlardı.

    Medine halkı da Peygamber'e kavuşmanın heyecanını yaşıyordu. Cennet hayatını aşan ruhsal zevklere ve manevi feyzlere kavuşmuşlardı. İşçi, patron ve köle, efendi ayrımı kalkmıştı. Eşit şartlarda ve din kardeşliği potasında bütünleşmişIerdi. Beş vakit namazda yan yana ve omuz omuza Allah'a secde ediyorlar ve
Peygamberimizin sohbetlerini dinliyorlardı.

    Bu ortamdan hoşlanmayan ve müslümanların topyekün imha edilmesini isteyenler vardı.

    Roma ordularının Kudüs katliâmından kaçan bazı yahudiIer, Hayber'e ve Medine'nin yakınlarına gelip yerleşmişlerdi.

    Hz Musa'nın (aleyhi's-selâm) müjdelediği ve Tevrat'ın haber verdiği son peygamberin yakında geleceğini biliyor ve heyecanla bekliyorlardı. Ancak, çok aşırı ırkçı oldukları için, Allah'ın işine karışıyor ve son peygamberin de yahudi olmasını istiyorlardı.

    Beklentilerinin aksi olunca Hazret-i Muhammed'i (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) kıskanıp düşman oldular. Bununla da yetinmediler ve Benî Nadir yahudileri Peygamberimize suikaste kalkışınca, Medine'den sürülüp çıkarıldılar.

    İşte, Benî Nadir yahudilerinin önde gelenlerinden bir grup intikam almak ve müslümanların kökünü kazıyıp yok etmek için hazırladıkları planı uygulayabilmek için Mekke'ye gittiler. Mekke müşrikleri ile anlaştıktan sonra, öteki müşrik kabileleri de teker teker dolaşarak müslümanların aleyhine çok büyük bir şer ittifakı oluşturdular.

    Durumu haber alan Peygamberimiz, sahabelerini toplayarak istişare yaptı ve Selman-ı Farisî'nin (radıyallahu anh) görüşü benimsenerek Medine'nin görüşe açık bölgelerine derin ve geniş hendekler kazılarak savunma stratejisi uygulanmasına karar verildi.

    Sevgili Peygamberimiz de sahabeleri ile birlikte çalışıyor ve toprak taşıyordu. Kazının bir bölümünde çok sert bir kayaya rastlanıldı. Sahabeler tüm çabalarına rağmen kayayı parçalayamayınca, durumu Peygamberimize
bildirdiler.

    Peygamberimiz üç defa vurunca kaya paramparça oldu ve her vuruşunda çok büyük bir aydınlık belirdi. Peygamberimiz her aydınlıkta tekbir aldı ve yakında San'a, Şam ve Medâyin'in fetholunacağı müjdesini verdi.

    Bunları Allah'ın Rasûl'u söylüyordu. Sahabeler sevinç gözyaşları ile tekbir getirirken, münafıklar alay edip gülüyorIardı. Münafıklara göre, bir kaç tane Arap kabilesi ile savaşmayı göze alamayan ve korkudan kazdığı hendeklerin arkasına sığınan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Yemen devletinden San'a'yı ve Roma, İran gibi efsanevi süper güçlerden Şam'ı ve Medâyin'i alması aldatmaca bir yalandı. Yüce Allah derhal ayetini inzal buyurdu: " (Ya Muhammed) de ki, ey mülklerin maıiki olan Allah, dilediğine mülkü verir ve dilediğinden mülkü geri alırsın, dilediğini aziz (güçlü) kılar ve dilediğini zelil kılarsın. Hayırlar senin elin (iraden) de ve sen herşeye kadirsin." (Âl-i İmran, 26)

    Hendekler ancak kazılıp bitmişti ki, doğudan ve batıdan gelen müşrik orduları müslümanları kuşatma altına aldılar. Müşrik ordularının komutanları kendi aralarında kesin karar almışlar ve yemin etmişler ki, topyekün bir katliam yapacakIar ve bir tek müslümanı sağ bırakmayacaklar.

    Karşılıklı ok atmaları ile başlayan savaş bütün hızı ile devam ediyordu. Mevsim kış ve hava çok soğuktu.
MüslümanIarın çoğu dikişsiz birer bez parçasına sarılmışlardı ve çok üşüyorlardı. Haftalarca sıcak bir kaşık çorba görmemişler ve doyasıya bir öğün katıksız, kuru arpa ekmeği yiyememişlerdi.

    Çok kalabalık düşman ordularının şiddetli saldırılarına ve aralarındaki münafıkların bozguncu tutumlarına rağmen, sabır ve sebatla Allah yolundan bir adım geri atmamışlar ve Peygamberimizden ayrılmamışlardı.

    Üç hafta kadar süren savaşın son günü ikindiden sonra Cebrail (aleyhi's-selâm) gülümseyerek Peygamberimizin yanına geldi. Müslümanların artık çilesinin bittiğini ve imtihanı kazandıklarını söyIedi ve zafer müjdesini verdi.

    Biraz sonra müşriklerin bulunduğu tarafta soğuk bir rüzgar esmeye başladı. Sürekli hızını arttıran ve şiddetli kasırgaya dönüşen rüzgar, hem çok soğuk hem korkunç sesler çıkarıyordu. Toz, toprak kara bir duman gibi ortalığı kapladı ve çakıl taşları uçuşmaya başladı. Kazıkları sökülen çadırları havada uçuşmaya başladı ve gözleri yanan atları ve develeri iplerini koparıp kaçışmaya başladılar. Akşamın karanlığı da bastırmıştı. Gözleri sulanan ve yanan müşrikler korkudan paniğe kapılmışlardı. Eşine ender rastlanan bir kum fırtınası devam ederken, açıkça
görünmeyen melekler de gök gürültüsünü andıran sesleri ile hep birlikte tekbir getirmeye başlayınca, yer yerinden oynadı ve sanki Kıyamet kopuyordu. Korkudan çılgın gibi olan müşrikler kaçışıp gittiler.

    Yüce Allah buyuruyor: "Ey mü'minler! Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Hani size (müşrik) orduları gelmişti ya! Onların üstüne fırtınalar ve sizin görmediğiniz ordular (melekler) gönderdik. O Allah ki yaptıklarınızı görür." (Ahzab, 9)

    Hendeğin beri yakasında hava sakin ve herşey normaldi. Sabah namazından sonra Güneş doğarken tekbir sesleri ile karşıya geçildi. Önce çevre izlendi ve ganimet malları toplandı. Sonra çok sayıda develer kesilerek büyük bir ziyafet çekildi.

    Allah'ın Rasûlu, Allah adına konuşuyordu. Bu saldırı kâfirlerin Medine' ye son saldırısı olacaktı. Kıyamet'e kadar Medine'ye saldıramayacaklar ve Deccal (deccaliyet rejimi) Medine'ye giremeyecekti.

    Allah'ın vadettiği zaman gelmiş ve İslam'da zafer ve fetih dönemi başlamıştı. Artık zafer İslam'ındı.

    Hayber ve Mekke'nin fethi ile başlayan İslam fütühatı çok kısa bir zamanda çığ gibi büyüdü. İnsanlar İslam'a koşuyorIardı. Yalancı memelerle aldatılan çocuklar gibi, yalancı ilahIarla ve sapık ideolojilerle aldatılanlar bölük bölük ve kabile kabile İslam'a geliyorlardı.

    İslam'a yeni gelenler doğal kimliklerini İslam'da bulup yeniden doğmuş gibi ruhsal huzura kavuşuyorlardı.

    İslam, sınır, engel ve önlem tanımıyordu. Mekke'de bir avuç müslümanla başlayan İslamî hareket, hayal duygularının ve zaman kavramlarının ötesinde bir hızla devam ediyordu.

    Zor günlerin sarsılmaz erleri olan sahabeler, Allah'ın ve Peygamber'in tüm vaadlerinin bir bir gerçekleştiğine şahit olduIar. Münafıkların alay edip gülüştüğü San'a, Şam ve Medâyin'in fetihlerini gözleri ile gördüler.

    Efsanevi ve yenilmez güç olarak algılanan Roma ve iran ordularının bozguna uğratılıp kaçışlarını seyrettiler.

    İslam'ın hudutları hergün değişiyor ve müslümanlar çığ gibi büyüyorlardı. Önceleri yurtlarının işgal edildiğini sanan ve korkanlar, sonradan gerçekten kurtarıldıklarını anlayınca, tüm güçleri ile İslam'a sarıldılar.

    Çok kısa bir zamanda Müslümanlar dünyanın tek süper gücü oluvermişlerdi.

    İslam, tüm insanları kapsayan son ilâhî dindir ve Kıyamet'e kadar kesintisiz devam edecektir. Ancak, âdetullah'ta zorIama yoktur. Yani zorla hidayet yoktur. Akıl ve bilinç duyguları ile yaratılan insanlar kendi özgür iradeleri ile hak veya batılı tercih edeceklerdir.

    Hidayet yer çekimi kanunu gibi akıl, bilinç ve irade ötesi zorunlu bir uygululama olsa idi mahşer yerindeki sorgulamanın anlamı kalmaz, Cennet veya Cehennem'den birine gerek kalmazdı.

    Bu nedenle İslamî yaşantılarda ve İslamî çalışmalarda zaman zaman kopukluk ve hatta sapmalar olabilir.

    Görevini ihmal eden veya başaramayan veya ihanet eden bir kumandan azledilir ve görev başka kumandana verilir. Dîn'in gerçek sahibi olan Allah, İslam'ı taşımayan veya ihanet eden toplumlardan İslam'ın öncülüğünü alır ve başka topluma verir.

    Allah buyuruyor: "Ey iman edenler! Sizden bazılarınız dinden dönerse Allah ileride öyle bir toplum (millet) getirir ki, AIIah onları ve onlar Allah'ı severler. (Onlar) mü'minlere karşı alçak gönüllü ve kâfirlere karşı onurlu olup kınayanların kınamasından korkmadan Allah yolunda cihad ederler. Allah dilediğine bu nimetleri (görevi) verir. Allah'ın rahmeti geniş ve herşeyi bilicidir." (Maide, 54)

    Yüce Rabbimiz İslam'ın öncülüğünü ve bayraktarlığını Araplardan almış ve Türklere vermiştir. Selçuklular ve Gazneliler başta olmak üzere bir çok Türk devletleri tüm güçleri ile İslam'a sahip çıkmışlar ve İslam'ı daha ilerilere taşımışlardır.

    Dünya'nın en uzun ömürlü tek süper gücü olan Osmanlı Devleti, yedi asra yakın İslam'ın öncülüğünü ve Iiderliğini yapmıştır. Tüm gücü ile İslam'a sarılmış, İslam'ı Avrupa'ya taşımış ve İslam'a, Kuran'a, ilme ve insanlığa büyük hizmetler yapmıştır.

    Ne yazık ki, Reşit Paşa'nın Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile, İslam arkadan hançerlenmiş ve Abdülhamid Han Hazretleri'nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) azınlıkların başlattığı bir hareketle tahttan indirilmesi ile İslam sahipsiz ve hamisiz kalmış ve karanlık fetret devri başlamıştır. Ancak aydınlığı olmayan bir gece ve kolaylığı olmayan bir güçlük yoktur.

    Dünyamızdaki bazı ülkeler ve özellikle yeni kıtalardaki ülkelerin çoğu henüz İslam'ı gereği gibi tanımış değillerdir.

    Yüce Rabbimiz İsra sûresinin 15. ayetinin sonunda: "Rasul (elçi, haberci) göndermeden azab edici değiliz" buyuruyor.

    İslam tüm Dünya'ya yayılmadan ve tüm ülkeler İslam'ı tanımadan Kıyamet'in kopmayacağına işaret edilmektedir.

    İslam, ilâhî dindir, ilâhî iradeye bağlıdır ve bu nedenle sınır, önlem ve engel tanımaz. Allah va'd etmiştir. Bu din tamamlanacak ve yeni bir dünya düzeni oluşacaktır.

    İlâhî irade dilediği an ikinci fütühat devri başlayacak ve insanlar Allah diye İslam'a sarılacaklardır.

    Araplar ancak bir kaç asır İslam'ın öncülüğünü ve bayraktarlığını yapabildikleri halde, Türkler bin yıldan fazla İslam'ın öncülüğünü yapıp, İslam'a büyük hizmetler yapmışlardır. Medine'den binlerce kilometre uzaklıktaki İstanbul asırlarca İslam'ın merkezi olmuştur. İslam'ın öncülüğünü ve Iiderliğini tekrar ülkemize vermesini Yüce Rabbimiz'den temenni ederiz.

    Ancak yetkili yetkisiz bazı İslam düşmanları Mekke müşriklerinin sahabelere uyguladığı baskı ve zulmü günümüz müslümanlarına uygulamaya yeltenirlerse, doğal olarak İslamî faaliyetler önce yer altına çekilir ve sonra âdetullah'ın gereği başka ülkelere taşınabilir. İsminden başka birşeyi kalmayan ve ruhsuz bir kadavraya dönüşen hıristiyanlık, bugünkü Avrupa ve Amerika halkını tatmin edememektedir. Kiliseler ölüm ve nikah gibi bazı törenIerin dışında tüm özelliğini yitirmiş, alkolik ve cinsel sapık papazların suç işleme odağı haline gelmiştir. Kesinlikle inanıyorum ki, ruhsal açıdan bunalımda olan Avrupa halkının üzerine manevî güneş doğacak ve yakında İslamî faaliyetler Avrupa'da odaklaşacaktır.

    İlâhî iradenin gereği belirli kişi ve kuruluşların İslamlaşması ile Avrupa halkı İslam'la tanışıp, bütünleşecek ve belki de İslam'ın yeni öncüsü ve bayraktarı Avrupa olacaktır. Konumuzu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir şiiri ile noktalayalım:
 

Hak şerleri hayr eyler
Zan etme ki gayr eyler
Arif ânı seyr eyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
<--- Ana Sayfa